31 Aralık 2010 Cuma

Size Saliha'yı anlatayım mı ?

Oturuyoruz yine fehmi ile yaren’de babı yarende. Gerçi bab kısmı var ama yaren kısmı yok.

Bu gece yine yarenim Fehmi, Ahh Fehmi hayatımda ne kadar büyük bir boşluğu doldurdun bir bilsen gerçi sen ne anlarsın, anca öyle makine gibi otur köşende, Şuan emektardan yazıyorum Fehmi ile biraz aramız açık. Kapattım fehmiyi çantaya koydum.

Televizyonda Saliha var, sağolsun Saliha köz de getiriyor, Saliha bana bir çay ver çay içelim.


Karşı masa da sanırım Salihalar tavla oynuyor…

Gelin size saliha’yı anlatayım. Anlatayım mı ?

12 Aralık 2010 Pazar

Artık yazabiliyorum..

Yine bir Beşiktaş Üsküdar vapuruna binince bir anda yazasım geldi. Ne yazmak istediğime karar veremiyorum ama sadece yazacam

Karşımda oturan ve alışverişe gidip ne var yok almış iki genç kızı mı yazsam yok sa yanımda oturup ağızları bira kokan gençleri mi. Sol çaprazda oturan ve yorgun argın evine dönenleri mi.

En iyisi baştan anlatayım saat 18:05 de Beşiktaş Üsküdar vapuruna bindim vapur 18:10 da hareket etti ve ben bu satırları 18:12 de yazıyorum yani maksimum 6 dakika daha yazabilirim.

Beşiktaşı arkada bırakmak ve seyretmek üsküdara kavuşmak ikisi de birbirinden güzel. Az önce yanlışlıkla Beşiktaş – İstanbul vapuru yazdım sonra sildim. Sonra aslında yazdığımın bir yerde doğru olduğunuı fark ettim. Netice itibarıyla İstanbul demek bir yerde Üsküdar demek değil mi ?

Vapuırda yaklaşık 100 kişi var 7 kadar lise talebesi kızlar harici herkes oturuyor. Kızlarda makara kakakra kikiri falan yapıyor. Bu arada karşımda ki kız ayağıma vurdu ve bir özür bile dilemedi kaba şey. Neden suçlu benim neden onun karşısına geldim , sanki keyiften oturdum yer kalmamıştı. Peki neden diğerleri oturmamış neden otursunlar ki surata bak . Tabi bu şaka da  neyse


Bu arada yolu yarıladık 18:15 oldu saat. Bugün sabah 4 gibi uyudum 11 de uyandım sonra taaaa ikitelliye medya sempozyumana gittim, hadi özışık’ı görünce neyse ona girmeyelim.

Otelin yemekleri güzeldi fena değildi, sonra aha da vapur iskeleye yanaşıyor. Neyse sempozyumda Sn Vekilimiz twitdaşımız Edibe Sözen’de vardı. Onunla beraber taaa ikitelli’den taksime geldik. Sonra diğer twitcanlar da geldi çay içtik pasta yedik bol bol twit attım. Hadi ben gittim vapur geldi.


Bu arada bugün İstanbula gelişimin 1. senesi tam 365 gün oldu. Bunu size yazsam mı yazmasam mı diye sormuştum. Açık yüreklilikle tüm pişmanlıklarımı da göz önüne alarak geçtiğimiz 1 seneyi tüm detayıyla anlatacağım. 11 aralıktan başlayacağım. 11 aralık 2009 dan.


Nargile zamanı görüşürüz..

4 Eylül 2010 Cumartesi

Yazsam mı Yazmasam mı siz karar verin..

Öncelikle baştan söylemek ve itiraf etmek istiyorum ki; Bu satırlar gelişigüzel üzerinde çalışılmadan yazılmıştır. Bundan sonra'da bu yazının devamının yazılıp yazılmayacağına siz karar vereceksiniz.

Soruyorum yazayım mı yazmayayım mı ?


İstanbula ilk olarak 2008 yılı nisan ayının ortalarında geldim. O sırada bir forumdan tanıştığım İstanbul'da yaşayan sevdiğim bir arkadaş vardı. Onu ziyarete gelmeyi ve İstanbulu görmeyi çok istiyordum.

Tam ben bu düşünceleri aklımdan geçirirken bir ilaç firmasında Tıbbi Mümessillik yapan ev arkadaşım ki onu'da Karaman'dan Zonguldak'a gelirken otobüste tanıdım kalacak yeri yoktu evime aldım birlikte 1 sene yaşadık, işte bu ev arkadaşım bir haftasonu seminer için İstanbula gelecek oldu. Hazır şirketin arabası gidiyor gel bana yoldaş ol beraber gidelim dedi ve fırsatı değerlendirip 2 günlüğüne İstanbula geldim. O zamanlardan hatırladığım tek şey Galata köprüsü, İlk Starbucks deneyimi ki itiraf edeyim hiç bir zaman 3 ü 1 arada'ya alışmış bu bünye Starbucks'ın o berbat kahvelerini sevemedi. Eminönü balık, Taksim gezi parkı, İstiklal ve Beşiktaş - Eminönü arası o kadar yol yürümek. Tabi şimdiki gibi akbilimiz yok ve ulaşım İstanbul'da pahalı bir şey.


Ardından yine tarihini çok iyi hatırlıyorum 1 mayıs 2008 İzmire gitmek için İstanbul'dan aktarma yapmak. 1 mayıs günü o kalabalıkta gezmeye çalışmak. İlk defa burna çekilen ve acı gelen biber gazı. Ve "ne oluyor abi ya" şeklindeki saf söylemler. Sonra aynı gece Nilüfer Turizm ile İzmire geçmek, Nilüfer Tmsf'ye geçince ne kadar güzel ve kaliteli olmuş söylemi. İzmirde 5 gün kalmak sonrasında İstanbula Zonguldak ta okuyan yurttan bir arkadaşımın yanına uğramak ve Zonguldağa beraber geçeriz kararı. Bu süreçte Eyüp Sultanı , Eyüp'ü, Pierre Loti yi ilk defa görmek. 2 günde İstanbul turları. Bu sürede ilk Metrobüs deneyimi ve adamlar yapmış abi söylemi. Yeni Bosna'da bir akşam sohbete çağırılmak. Hekimoğlu İsmail'i dinlemek ve kim bu adam diye kendi kendime araştırmaya koyulmak.

O sene öyle geçti Zonguldağa döndük okulu bitirdik Memlekete tatile gittik. Eylül oldu okullar açıldı okul dönüşü kol gibi giren TTNET faturası ve bilgisayarıma kavuşmak. Ardından siyasi forumlarda sabahlara kadar bir şeyler paylaşmak. Mart 2009 seçimleri öncesi bu süreci sıklaştırmak ve Ak Parti'li arkadaşların İstanbula daveti. Ziyaretleri genelde ayın 7 sinden sonra yapacaksınki krediyi kullanabilesin. Bir kere geldim 2009 yılının mayıs ayına kadar istanbula. Sonra Zonguldak Ak parti teşkilatı ile beraber 17 mayıs 2009 İstanbul İnönü stadındaki gençlik şöleni. Orası bir başlangıç oldu. Forumlardan yavaş yavaş soğudum ve Sözlük macerema başladım mayıs ayının başında. İhl sözlük'le başladım buna. Çok hareketli ve hızlı aylar. Uykusuz geçen geceler. Sürekli tanım yapmalar. Daha sonra İhl sözlüğün Ankara buluşmasına gitmek taa Zonguldaktan kalkıp. Ta dediğime bakmayın orası daha yakındır İstanbula göre Zonguldak'a. Orada güzel insanlarla tanışmak ve temmuz 11 den sonra 3 aylık Bartın macerası. Internet orucu bildiğimiz . Net yok telefon bile yok ama ayrı bir huzur var aynı bir güzellik.

Sonrası 2009 Eylül ayı ardından Ekim ayı gelir ki twitter maceram var. Yazsam mı Yazmasam mı karar veremediğim bir macera. İşte bu yüzden sorma ihtiyacı verdim. Yazayım mı yazmayayım mı . Siz karar verin ben içinden çıkamadım.

19 Ağustos 2010 Perşembe

Facebook'ta Aşk Mümkün mü ?

Salı akşamı evimde iftar yaptıktan sonra twitter da muhabbet ederken değerli dostum Mahmut Avcı beni bağlarbaşı kültür merkezine hasbihal etmeye davet etti. Eee Küçük Çamlıca ile Bağlarbaşı’nın arası yakın olmasından mütevellit aldım minibook'u mu çıktım yola. Beklemeye başladım Esatpaşa- Üsküdar minibüsünü, o sıra trafik birbirine girmiş. Bir baktım 129T arıza yapmış, uzun körüklü araba nereden baksan 30 metreyi geçiyor boyu, arkasında birde İETT ilk yardım müdahele aracı var şeridin biri kapanınca orada bir sıkışma oluyor haliyle.



Bu arada arıza yapan araç olaydan birkaç gün önce durağa 20 metre kala kaçırdığım, yeni hareket etmesinden dolayı hızını kesip henüz kapanmamış ön kapısından beni alabilecekken hırsla gaza basıp “lütfen dur” şeklindeki el hareketime karşılık, ukalaca bana durağı işaret eden otobüs kaptanının kullandığı 129T .. İlahi adalet işte 2 gün önce Cihangirde Saklı Cafe'de yapacağım iftara yetişmek üzere yola çıktığımda beni almayan ve mecburen Üsküdar-Kabataş aktarmalı, Taksim yapmama sebebiyet veren otobüs ve kaptanı şimdi tam iftardan yarım saat sonra aynı durağı 30 metre geçtikten sonra arıza yapsın.



Neyse mutlu olamadım bu durumdan neticede mağdur olan bir sürü yolcu var. Çok beklemedim geldi benim minibüs. Arka dörtlünün hemen ön tarafında cam kenarında bir koltuk buldum. Hemen açtım bilgisayarı Mahmut Avcı'ya rapor vereyim “yola çıktım” diyeyim, dedim.



Ben bilgisayarda uğraşırken arkamdaki 2 gence kulak misafiri oldum ister istemez. Dertliydi içlerinden birisi: “bari bir kere görseydim gözü gözüme değseydi” diyordu. Buna karşılık diğeri de "hiç görüşmediniz değil mi abi" dedi.



“Yok görüşmedik, bir kere görmek istiyorum sadece bir kere” diyordu dertli olan. “Hımm.”. dedim, “dur bakıyım burada bir mesele var”



Anlatıyordu diğeri; “ama Facebook'ta resim falan ekliyor kuzenleriyle nereye gittiğini yazıyor. Dur bekle sen yarın bir gün yazacak o –caddedeyim, şuradayım” diye tesadüfmüş gibi gideceğim, “yeter artık” diyordu. “Zaten 10 gün kadar burada sonrasında Ankara’ya gidiyor” dedi. “Mesela derin İbrahim” dedim, kendi kendime..



Genç anlatıyor tabi “3 ay oldu tanışalı” diyor...



Neyse mevzu şu: Esas oğlan nasıl bulup ekliyorsa , hadi esas oğlan demeyelim Barış Manço’nun şarkısındaki gibi diyelim bizde. “Adem oğlu” diyelim gencimize, hanım kızımıza da “Havva kızı” diyelim. Malum “Adem oğlu kızgın fırın Havva kızı mercimek” diyor ya Barış abi.



Adem oğlu nasıl bulduysa ekliyor kızımızı Face'den.. Artık kız kabul ediyor mu ilk başta, yoksa mesajlaşıyorlar mı? Bilemem. Ama 3 ay içerisinde facebook’ta ki tesadüfi tanışma büyük bir aşka (!) dönüşüyor. Büyük ihtimal önce resimleri beğenmeler, resimlere yapılan yorumlar, tabi arada kıskançlıklarda yok değildir. “Kim bu resmine yorum yapan” falan şeklinde kavgalar olmuştur, illaki olur. Hatta Adem oğlu biraz maçoysa ki bu maço değildi Havva kızına “face'den resimlerini kaldır sadece bana gönder resimlerini” diyebilir, ya da “sadece ben göreyim” diyebilir. Ayarları var nede olsa.



Artık geçen 3 aylık süreçte muhakkak ki ÖSS sınav maratonu başladığı için görüşemedi gençler. Zaten kızımız büyük ihtimal, sınavdan sonra tatile gitti görüşememiş Adem oğluyla, Havva kızı. Eee sınav sonuçları da geçen hafta açıklanmış ve Ankara'yı kazanmış genç kızımız.



Eee tabi Ademoğlu haklı, Havvakızı farklı bir şehirde Üniversiteye gidecek. Yeni ve daha gerçekçi bir ortam. -Gözden ırak gönülden ırak misali.

Neyse Ademoğlu bu sebepleri göz önüne alarak haliyle yerinde bir endişede. O yüzden “bir kere görseydim gözleri gözlerime değseydi elini tutsaydım” diyor. Belli ki o da umudu kesmiş ama “bir kere bir kere” diye feryadında da bir yerde haklı.





Netice itibarıyla Ademoğlu kaybetmez kaybeden Havvakızı olur . Bu bir hayat felsefesidir daima giden kaybeder. Ama hiçbir kayıp tek taraflı değildir.



Niye yazdım şimdi bunları? 3 aylık bir Facebook hikayesi beni, camlardan, pencere kenarlarından, aşk yaşayan, uzaktan görerek seven, arada mektuplaşan aşıkların olduğu eski yıllara, çocukların cam kenarlarında ezan ve top sesini dinlediği, eski Ramazanlara götürdü.



1 haftasını geride bıraktık. Cümleten Ramazan ayımız hayırlara vesile olsun.

21 Temmuz 2010 Çarşamba

Az önce yolda gelirken.

Saat 19:55 üsküdar esatpaşa daha doğrusu esatpaşa üsküdar minübüsüne bindim. İstikamet çamlıca- altunizade-capitol bağlarbaşı ve üsküdar. Daha minübüse binip 1 dıurak gitmeden arka taraflarda artiz bi adam şöföre şunu doğru dürüst kullansanıza falan diye artizlik yaptı. Şöförün yerine ben olsam in ulen aşağı derdim. Yine de sabırlı birisi çıktı helal olsun.

Neyse minbüste toplam oturan yolcu sayısı 13 ayakta yolcus sayısı elan 7 toplam da 20. 20*1.5=30lira bunun 7 lirasını yaksa hadi 10 olsun. 20 lira temiz para. Akarı yok kokarı yok..

Minübüs işine mi girsek ne yapsak. Arada yolcu da iner biner. 50 yi bulur bi seferi.

Neyse kısıklıya geldik. Yanımda oturan abla müsaade eder misin diyerek ayaklarıma basa basa indi minübüsten. Çamlıca da yine kalabalık bir polis kordonu var. Sanırım başbakan bugün buraya geliyor.

neyse biraz dalmışım. 3 dakika kadar olsa da bana uzun bir süre geldi. Altuıniza de metrobüsü geçtik. Ya bu altunizade de inip metrobüse gitmesi ne uzun bir süreç . O kadar yolu yürümeye insan erinir be.

Neyse bağlarbaşına da geldik. 20:09 saat 3-4 dakika içerisinde Üsküdarda olmayı umut ediyorum.


Uzun b,ir aradan sonra yine beraberiz. Saat 20:27 yok yok ben 20:15 gibi vapura geldim ama biraz kendimle başbaşa kalmam gerekti.

Vapur hareket edene kadar yazmak istemedim. Şimdi ise kaptan manevrayı yaptı yol almaya başladık. Yaklaşık 6-7 dakika sürecek yolculuğumuz. Arkamda sağımda solumda istanbulda ki camilerin minareleri yanmaya başladı.

Zaten birazdan akşam ezanı okunacak. Karşımda şuan sirkeci ve gülhane parkı biraz sağımda sultanahmet onun yanında süleymaniye onun yanında galata kulesi. Tabi arada geçtiğimiz kızkulesini unutmamak lazım.

Karşımda yeni tatilden gelmiş bir kız. Yanındaki arkadaşına tatilde yediği naneleri anlatıyor. Muhabbet ne kadar bronzlaşmışsın sen ile başladı. Solumda bulunan abla ise hürriyet'in kelebek ekini okuyor.

Arkamda ki kızın küpeleri ise 5 yıldız. Yahudilerin mührü gibi. Yakışmış ama. Velhasıl bu tarafa geçenler'in birçoğu kabataştan finikülerle taksime geçecekler gibi. Hepsinde bir eğlenme isteği var sanki. Mesela üsküdara geçenlerde eve gidip ayaklarımı uzatıp yemeğimi yiyeyim havası vardı. Yorgundular.

17 Temmuz 2010 Cumartesi

Bindim, gördüm yazdım.

19:37 de bindim vamotora. Yaz yolcu sayısı 150, Kış yolcu sayısı :88 yazıyor. Zaten yaz olsa bile şuan ki yolcu sayısı 70 seviyelerinde giderek artmakta.

Üst bölümdeyim. Zaten ufacık motor. Kalkmasına tahmini süre 5 dakika falan. Kaptan içeride gazete okuyor . Standart Türk gazete okuru. Arka sayfadan okuyor. Gazete bol resimli olan posta gazetesi.

Motorda ezici bir erkek üstünlüğü var. Alt katta toplam 3 bayan vardı
üst katta da 6 tane saydım. Erkek sayısı 80 civarında. 10 da 1 i yaklaşık. Motorda gözlüklü erkek sayısı ise kadınların ½ si kadar. Ayrıca kategorize yapamıyorum. Kısır bir motor yolculuğu olacağa benziyor. Motor hala çalışmadı sıkılmaya başladım. Zaten karnım da aç. Ahh bu arada dün gece Çengelköy ne güzeldi. Gerçi biraz midem yanmadı değil ev de ama.

Aha eminönü vapuru hareket etti. Acaba eminönüne mi gitseydim. Oradan tophaneye geçerdim. Sahi şimdi kabataş'tan tophaneye geçip oradan mı cihangire çıkayım. Finikülerle taksime geçip oradan mı cihangire ineyim. Yokuş çıkmak iistemiyorum en mantıklısı taksim gibi geliyor. Moıtor hareket etti bu arada. Saat 19:45 .. Bakalım kaç dakikaya varacağım.



keşke keşke sizlerde benim gibi şuan ki manzarayı görebilseydiniz. Allah'ım ne kadar güzel güneş batmaya başlarken denize düşen yansıması. Neyse bu deniz, güneş ve istanbul insanı zorla aşık zorla şair yapar. Ama gerek yok. Acıktım ben . Ondan böyle oldum kusura bakmayasınız.

Aşk dedim de en sevdiğim yemeklerden birisi benim biber kızartmasıdır. Sadece biber kızartması olacak ama çarliston olacak bir de biberler. Sonra böyle onların üzerine sarımsaklı yoğurt. Yoğurt mümkünse koyun ya da manda yoğurdu olsun. Kaymaksız olsun. Közlemeyi de çok severim ben.


Neyse size motorda ki yolcu arkadaşlarımızdan bahsedeyim. Yanımdaki amca 55 yaşlarında saçları beyazlamış. Bıyıklarda beyaz. Hafif sakalı var. Kafasında denizcilik işletmelerine ait bir şapka. Bu amca'nın her haftasonu ya da her boş vaktinde balık avlamaya gittiğine bahse girerim. Bu arada saat 19 :51 ve motor kabataşa geldi. Şansınıza küs arkadaşlar. Neyse iki gözlem daha yapayım. 3 sıra ileride 50 li yaşlarda hafif entel bir adam var. Elinde kalınca bir kitap kürt meselesiyle ilgili.

Onun yanında badem bıyık bir çocuk. Bildiğin madem bıyık ama. Cemaat de abi olduğuna bahse girerim. Çantasını açıp baksak kesin İhlas Risalesi çıkar.

Tamamdır hadi kaçtım ben. Bloga koyarım siz de okursunuz

15 Temmuz 2010 Perşembe

Ben bu yazıyı kendime yazdım.

Saat 04:48 Ankara yolundayım hayatımdaki en sıkıcı otobüs yolculuklarından birisi. Yan tarafımda 11 numaralı koltuk. Yan tarafımda iki kadın kucaklarında 2 çocuk. 4 lü bir sohbet.

Otobüs tamamen dolu boş koltuk yok. Ankaraya kalan mesafe 100 km ve yine her zamanki ankaraya sabah'ın ilk ışıkları ve ankara da girişinde bizi sis kaplıyor. Yollarda birkaç hususi aracın dışında otobüsler ve kamyonlar var.

Düşündüm de acaba yaşlanıyor muyum ? Tahammülsüz mü oluyorum. Duyarsız mı ya da?

Belki de hepsi ya da hiçbiri .
Hayat gerçekten başka planlar yaparken başımıza gelenler mi sadece. Gerçekten yaptığımız planlar doğrultusunda mı yaşıyoruz yoksa başımıza gelenlere uyum sağlayarak mı.

Yaşam peki yaşam ne. 9 ay bir canlının vücudunda kalıp sonrasında bebeklikten başlayarak bir süreç geçirip. 6-7 yaşlarında okula başlayarak her sabah okula gidip akşam gelip ödev yapıp biraz televizyon biraz oyun derken belli yaşlarda belli kararlara uyarak. Kararlar alarak demiyorum zira o kararları birileri bizim yerimize alıyor zaten. Kararlara uyup...

Neyse kahve servisi de başladı.

Tuhaf bir şey oldu bugün. Yolculuğun üçüncü saatinde çay istedim su çektim dedi hostes. O zaman meyve suyu lütfen dedim. Vişne suyu verdi sağolsun. Tabi bardak kaldı önümde. Ardından çay istedim onu da verdi ama daha önceki vişne suyu bardağını kaldırmadı. Bende koltuğun üst kısmına tutuşturdum. Ve bir anlık ihmalkarlığım bardakta kalan son birkaç damlanın pantolonuma dökülmesine sebep oldu.

Sıra bana geldi "ne içersiniz" diye soruyor. Çay içerim ben. Çocukluğumdan beri çay içtim hep.

Geldim sevgili dostlar çayımı da aldım elime . Dua edin dökmeyeyim.

Solumda ki 2 kadından bahsediyordum. 2 kız kardeş. Çocuklar büyük olanın. Diğerleri teyzeleri. Tahminen 30 yaşına yakın. Çocukların annesi ise 40 lı yaşlarda. Ankara da bulunan ablalarını ziyarete gidiyorlar. İstanbulda oturuyorlar ama aslen ordulular. Onların bir önünde yine 2 kadın var. Birisi iş için gelmiş öğlene geri dönecek. Diğerini bilmiyorum.

Aklıma geldi biran için diğeri doktora gidecek yazacaktım. Üniversite zamanımda memleketten ankara ya gelirken bizim orada genelde gece 12 arabalarında en az 5-6 yolcu bulunurdu ki bunlar ankara ya şifa aramaya gidenlerdir. Her halllerinden anlayabilirsiniz doktora gittiklerini. Daha otobüse binmeden muavine ben falanca hastaneye gidecem nerede inecem demeye başlarlar. Yaşları aksi bir durum olmadığı sürece 50 ve üzerindedir.


Ahh yine üniversite dedimde aklıma babamla ilk kayıt yaptırmaya gittiğimiz gün geldi. Üniversite yerleştirme sonucu gelmiş karadeniz bölgesinde bir il kazanmışım. Karamandan kalk Samsuna git sen. Ve babam'ın yaptığı gibi her şeyi ilk yap. Kayıt tarihleri 6 eylülde başlıyor. 5 eylül pazar günü bir akraba'nın düğününden gel. Ikindi saatleri hadi gidelim de ve atla trene konyaya git. Oradan ankara oradan samsun. Konyaya var sorun yok ama konya'dan sonra ankaraya en erken gece 2 de araba bul. Bekle 3-4 saat. Şimdiki gibi ne twitter ne facebook ne doğru dürüst internet yok.

Babam için sorun yok. Sabırlı adam . Bir de çay buldu bilet aldığımız otobüs şirketinin yazıhanesinde. Sınırsız çay. Ahhh çay dedim de. Hep çay içtim ben hep çay içerim.


Neyse bindik gece 2 de Allah'tan git gel konya 6 saat. Böyle olunca sadece ankara 3 saat oluyor. 5 te aştideyiz. Vayyy anam otogara bak. Bizim karaman otogarının kaç katı. Ne kadar büyük. Babam elimden tutacak neredeyse. Kaç kat olduğu belli değil .. Çıkıyoruz üst kata. Samsuna bir bilet. Dolu be abi. Eee napacaz 9 da var: olmaz . O sırada bir simsar abi gel bizde var. Ama yoldan kalkacak. Haydaaa tut şimdi tekrardan Aşağıya in. Nereden baksan 500 metre. Ve sabah'ın 5 buçuğu zaten kafam dönmüş sarhoş gibiyim. Çaresiz gittik. Bindik. Başımı yastığa koydum uyudum..

Bunları size neden anlatıyorsam....


Az önce çok konuşan 30 yaşındaki kız hostese çöpü verirken bardakta kalan birkaç hostes'in gömleğine döktü. Adalet sen işgüzarlık yapıp benim boş bardağımı almaz ve üzerime dökülmesine sebep olursan işte.

Bu arada saat 05:!4 oldu .. hava bildiğin aydınlandı.

Ankara ya gelince kendimi evimde gibi hissediyorum. Kurak ve soğuk. Soğuk dedim de çay içerim ben. Hep çay içtim. Soğuk olduğu için belki de.

Şehirler arası otobüs yolculuğu hep istediğim şeydi. Şimdi sanki yorgunum gibi ama yoo. Hala eğlenceli.

Bunları size neden anlatıyorsam. Hadi yattım ben saat de zaten 05:17 oldu. Bari bi 40 dakika uyuyum.

24 Haziran 2010 Perşembe

Twitterdan takip etmek için.

Beni twitterdan takip etmek için.

www.twitter.com/haritaci70

2 Mart 2010 Salı

lâl


Susmak demektir lâl, dilsiz kalmak, içindekileri söyleyememek, kelimelerin yetmemesi.


Ayşe Kara'nın yeni kitabının ismi Lâl, Timaş Yayınlarından çıkan ve son zamanlarda okuduğum en güzel kitaplardan birisi.


Fatihte yaşayan bir ailenin, Fatihte yaşayan bir kadının başından geçenleri okurken kendinizden bir şeyler bulacaksınız. Bosnadan, Aliyadan, Halide İzzetbegoviçden.


Türkiye ve Türk halkının Bosna mücadelesinden, Çanakkaleden, Kurtuluş Savaşından, Osmanlının son zamanlarından, Türkiye'nin ilk yıllarından.


Fatih Camisinde okunan ilk Türkçe ezandan, O ezanın kulaklarını tırmalamasına dayanamayıp memleketinden kaçmış bir adam ve ailesinden.


Aşktan, sevgiden, kendi korkularımızdan, bir kadının, bir annenin fedakarlıklarından.


Kardeş dayanışmasından, En önemlisi çocuk yetiştirmekten, mümtaz ve kültürlü bir aile yapısından.


Müslüman bilim adamlarından, Rüstem Paşa Camisi'nin ilginç hikayesinden.


Kısacası Lâl hepimizin hayatından kesitler bulabileceği güzel bir kitap.

4 Ocak 2010 Pazartesi

Carpe Diem ...

Carpe diem latince bir kelime, Latin edebiyatından İngiliz edebiyatına girmiş, devamında ise Ölü Ozanlar Derneği kitabı ve filmi ile dünyaca tanınmış bir kelime.


Ânı yaşa, gününü gün et, zamanın tadını çıkar, günü yakala gibi anlamlara gelmektedir. İstedikleri geleceği düşünmemek, yarını irdelememek, hesap etmemek...


Bu yüzden Batı'dan bize dayatılanlardan birisi de carpe diem akımı, Modernizmle beraber bu da bir dayatmanın ürünü, ama bunun özellikle son zamanlarda lise gençliğinin diline kadar düşmüş olması üzüntü verici, aynı zamanda tehlikeli. Gerçi ilk başta masum bir slogan gibi dursa da altında yatan gerçekler ve düşünce böyle olmadığını gösteriyor. Bir Müslümanın anı yaşaması fikri biraz endişe verici. Zira bir Müslüman yarını düşünmeden, ölümü düşünmeden yaşamamalıdır. Sadece bugünü yaşayarak ve yaşamdan tad almaya bakarak yaşamak tehlikeli bir yaşam biçimidir.


Carpe Diem aynı zamanda hedonizmle paralel bir düşüncedir, Hedonizm yani zevkcilik, hazcılık da tehlikeli bir görüştür. Hedonizm Sokrates'in öğrencisi Aristippos'un öğretisidir.
Yüksek değerin haz olduğu , bedensel zevkler sayesinde alınan bu hazların ideal yaşam biçimi olduğunu, yaşamda başka anlamlar aranmaması gerektiğini savunan öğretidir.


Yeme-içme, eğlence ve cinsel haz başta olmak üzere bedenin ya da beden yolu ile ruhun elde ettiği zevkler ve hazlar bu öğretinin temelidir.

Carpe diem ile hazcılık son yıllarda Dünya'da ve ülkemizde hızla yükselen bir kavramdır. Bu kavramın sonuçları 15-35 hatta daha ciddi rakamla 15-40 yaşları arasında oldukça açık görülmektedir.

Hatta bazı şarkılarımızda bile bu tarz bir yaşam biçimi görülmektedir. Çok fazla müzik (ben sanatsal müzik dinliyorum) kültürüm olmadığı için aklımda çok fazla şarkı yok, ama " Bas bas paraları Leyla'ya, bir daha mı geleceğiz dünyaya" şeklinde bir müzik anlayışı anlatmak istediklerimizin anlaşılması açısından yeterli olacaktır.

Bu akımlar sebebiyle lise yıllarından itibaren hayatı ciddiye almadan büyüyen bir nesil yetişmekte, liseyi bitirip bir şekilde üniversiteye yerleşen gençler bu felsefeyi buralarda çok daha rahat devam ettirebilmektedir.

Yaşam amaçları zevk almaya yönelik olan bu gençler bu yolda karşılaştıkları engelleri aşmak için her türlü yasal olmayan eylemi, ahlaki sorumluluktan uzak davranışı sergileyebilmekteler.


Bu tipler genelde maddi sorun yaşamayan, çocukluktan beri her istedikleri gerçekleştirilen, bencil ve sadece kendini seven başkalarını kendi çıkar ve arzuları için kullanan doyumsuz kişilerden oluşuyor.

Aynı zamanda ahlâksız davranışlarını kişisel bir başarı gibi sunan, bu davranış biçimleri ile alenen gurur duyan kişiler bu akımları benimsemekteler.


Bu yaşam biçimi özellikle magazin dünyası diye nitelendirilen, ahlâki değerleri hiçe sayan ünlü insanların yaşam biçimleri olarak da göze çarpmakta. Her hafta sevgili değiştiren, vaktiyle gazino ve barlarda işi ceket yakmaya kadar götüren bu insanlar, hazzın her türlüsünü tatma konusunda tabak kıracak kadar ileri gitmişlerdir.

Bu bir tarafta maddi rahatlıktan kaynaklanan, bir taraftan ise gerçek sevgiden yoksun olmaktan dolayı ortaya çıkan bir sorun. Gerek arkadaş, gerek aile çevresinde sevgi yerine zevke dayalı bir yaşam biçimi oluşturan bu insanlar, zevkin bittiği yerde bir sonraki aşama olan mazoşist ve sadist eylemleri ortaya çıkarmaktadır.


Netice itibarıyla bu tarz felsefe akımları, Günümüzde Dünya için bir sorun olmaya başlamış, aynı zamanda Türkiye de bu sorundan nasibini almıştır, almaktadır. Müslümanların bu konuda daha dikkatli olmaları gereklidir, bu tarz düşüncelerin temelinde sevgisizlik yatmaktadır. Bu sebepten aile içi ilişkilere gereken önem verilmelidir.

Fi Emanillah...

3 Ocak 2010 Pazar

Selamun Aleyküm.

Kem, küm. Elbette birşeyler yazmam gerekecek, yazmalıyım ama bunun için henüz erken.